19 Mayıs 2018 Cumartesi

Bir Düğün + 4 şehir


12-18 Mayıs 2018 / HOLLANDA

Utrecht - Amsterdam - Weesp - Zaandam (Zaanse Schans) - Rotterdam



Bu yazı, “gelinin arkadaşları” temalı airbnb evinin; birlikteliklerini Hollanda’daki bir ortaçağ kalesinde resmileştiren güzel çiftin yağmur ve soğuğa inat masalsı düğünlerinin; Amsterdam’ın “huzur kasabası” Weesp’in ve başarısız bir yükselme girişiminin derlemesidir. Birbirinden alakasız görünen bu derlemeyi arşive kayıt düşmek adına ve tadına doyulmayan anılara bir yenisini daha eklemiş olmanın mutluluğuyla başlayalım anlatmaya… 

Aslında her şey 2015 yılının mayıs ayında, bir Hıdırellez gecesi başladı. - Hahaha, konuyu bilen biliyor, ayrıntılar bize kalsın. - Peşi sıra Ayşegül’ün hayatının belki de en büyük dönüm noktalarından biri olarak Hollanda’ya taşınması ve bir süre sonra Valentijn’le tanışması bizim üç yıl sonraki bu mayıs ayında Hollanda ziyaretimizin asıl sebebi oldu. 
13 Mayıs 2018; Utrecht, Kasteel de Haar. Gıpta edilesi mutluluğun imzaya dökülme tarihi ve yerinin belirlenmesiyle birlikte Türkiye’nin ve dünyanın farklı noktalarından bir türlü tam tekmil bir araya gelemeyen biz “beşi bir yerde”leri sardı bir heyecan. 

Dikkatinizi çekerim altıncımız ve bu başlık altındaki baş karakterimiz “Ayşegül Evleniyor”un isim annesi bize bu haberi duyurduğu andan, balayına gitmek üzere dans pistini terk ettiği ana dek “cool”luğundan asla ödün vermediği için “beşi bir yerdeler” grubumuza dahil etmedim, yoksa yanlış anlaşılmasın. “Kale Düğünü” konsepti bizim millet için haliyle pek alışılmış bir durum değil, o nedenle üzerine bir dizi gırgır şamata döndü haliyle, dönmez mi! Ama kale de kale hani. 14. yüzyıla dayanan geçmişi ve 55 hektarlık genişliğiyle (önceden araştırmaya fırsat bulunamayıp sonradan edinilmiş bilgiler) büyülemedi diyen taş olur taş! Tamam, yağmurdan ve soğuktan çimlerinde bir Teletabi ortamı yaşayamamış olabiliriz ama ne olmuş yani? Sevdiğimiz canımız arkadaşımızın bu özel gününde bir araya toplanmakla kalmadık, yüzlerimizde sonradan bakıp özlemle iç çekmelik gülümsemeler bırakacak fotoğraflarımızı da çekinmeyi ihmal etmedik. 


kasteeldehaar.nl
Nikâh, filmlerden fışkırma bir törenle şapelde kıyıldıktan sonra şemsiyeler eşliğinde tebrikleşme, pasta kesim, yemek, eğlence safhasının yer aldığı kısma geçildi. Ne yani, Van Zuylen van Nijevelt van de Haar ailesi - evet, yanlış duymadınız, ailenin soyadı yekpare buymuş, efenim! - zamanında Coco Chanel’i, Yves Saint Laurent’ı, Brigitte Bardot’yu vs. kaleye davet eder de bir günlüğüne bayrağı devralan bizim baron ve baronesimiz Valentijn ile Ayşegül onlardan kalır mı. Şaka bir yana her şeyiyle çok güzel bir mutluluk tablosuydu. Sohbetler eşliğinde pastasından, yemeklerinden midelerimize yayılan ve dansıyla, eğlencesiyle dans pistinde devam eden mutluluk da üstüne bal kaymak. Hep birlikte daha nice mutluluklara ve güzel anılara ortak olmak dileğiyle deyip romantik sayfamızdan airbnb evimiz ve düğün toplaşması ekibimize balıklama bir geçiş yapıyorum…

Bu ekip öyle kolay bir araya gelemiyor, azizim. Üç, haydi bilemedin dört kişi toplanabildiğimizde bunu büyük başarı addediyoruz ama Londra, New York, Ankara, İstanbul ve Antalya’dan takvimleri tek hizaya getirmek sahiden kolay değil. Bunu fırsat bilip öncül ve artçıl olmak üzere kendimize küçük birer tatil kaçamağı yaratmadan olur muydu? Yanıtı malum. Varan 1 - Hollanda’yı sebebi ziyaretimizin ilk durak noktası Utrecht’te, tren istasyonuna 10 dk. yürüme mesafesinde bir ev tutulur. Ezgi-chanımız’ın üstlendiği bu misyonumuz layıkıyla yerine getirildikten sonra aradan hiç zaman geçmemişçesine bir 51. yurt ortamını aratmayan şamataya bırakıldığı yerden devam edilir. Düğün sabahına bir Hollanda evinde bir Türk kahvaltısıyla devam edilir.
 Bu kahvaltıyı ertesi gün bir Hollanda mutfağından çıkma yerel bir kahvaltı izler. Yerel Hollanda kahvaltısı bizden sorulur, değil mi, Sed? Sohbetler edilir, bir sonraki buluşma için planlar yapılır ve bir kısmımız gerçek hayata, işine gücüne dönmek üzere Türkiye ve Londra’ya; üçümüz ise Amsterdam’dan 15 dk tren mesafesi ve şehrin turistik keşmekeşine dağlar kadar uzaklıktaki minik, sevimli, huzur kasabamız Weesp’e doğru yola koyulur. 

Hem nüfusunun dikkat çeken çoğunluğu hem de dinginliği bakımından okunuşu “Weisp”, yazılışı “Weesp” olan bu şirin yer “huzur”dan başka neyi çağrıştırabilir ki? Su kenarındaki teknelerinde keyifle peynir ekmeklerini “gömükleyen” (sağ ol, Medi :)) yaşlı çiftler mi dersiniz? Güneşin yüzünü göstermesiyle üstüne mayo şortunu geçirip nehir kenarında balık tutan amcalar mı? Yoksa dingin suyunda kanoya binen, bizim memleket kahvelerinde okeye dörtlü bekleyen amcalarımıza inat arkadaşlarıyla kollara kuvvet bir güzel kürek çeken Hollandalı 70’lik delikanlılar mı? Gençten bir grubun arnavut kaldırım yollarda binici şapkalarıyla at bindiklerini de gördükten sonra Weesp’in bu çılgın dinginliğini konaklama yerimiz olarak seçmiş olmamıza sevinerek ilerleyen günlerde Amsterdam, Zaandam ve Rotterdam’da önce ülkenin çılgın güneşine, ardındansa çılgın soğuğuna ve rüzgârına kapılıp gezmeye, görmeye ve yemeye soluksuz devam ettik. Medi ve Sed’in tıkalı burunlarına, ağrıyan boğazlarına rağmen günde 15-20 km yürümemiz burada takdiri hak etmiyor mu şimdi? Turist / gezgin olmak bunu gerektirir, azizim. Kanal boyundaki rüzgârla yetinmeyip yel değirmenlerini görme pahasına Alaçatı’ya nispet eden Zaanse Schans rüzgârına göğüs germek de öyle. O rüzgâr ve soğuk ki, canım arkadaşımı Hollanda’ya gelmeden önce bavul hazırlarken bir daha asla etek yüzüne baktırmayacak travmalar yaşatmış. Daha ne diyeyim?

Ve yemek. İşte gezmek deyince akla ilk gelenlerden. Hollanda’nın, yemeğiyle dünyaya ün saldığı söylenemese de Amsterdam’ın dünya mutfaklarına ev sahipliği yapması burada işimize yaradı diyebilirim. 
Gelmişken Japon, Etiyopya ve - sosuyla ucundan - Endonezya mutfağına dokunmayı ihmal etmedik. Ailemin ve arkadaşlarımın malumu olduğu üzere kalıpların dışında birçok şeyi keyifle yeme potansiyeline sahip biri olarak denediklerimizin hepsi beni mutlu etmiş olsa da en güzellerinden biri olan The Seafood Bar’da üçümüzün de farklı lezzetlerden tattığı balık ve deniz ürünlerinin güzelliği ve tazeliği daha oturmadan bile masalardan gelen mis kokulardan belliydi. 
Dimağa yer edenler arasında ilk sırada.
   Ardından Sed’in kahvaltı için referans olup rehberlik ettiği The Pancake Bakery de üst sıralarda. Tatlısıyla, tuzlusuyla deneyin efenim, pişman olmazsınız. Etiyopya mutfağını denemek için o an bulunduğumuz noktaya en yakın olan Walia Ibex’e oturduk. Ne kötü ne de muhteşem diyebileceğim bir deneyim oldu.

Özellikle Etiyopya’ya özgü hamurumsu lavaşımsı ekmekleri “Ingera” güzel; bu ekmek hem çatal kaşığınız hem de kümeler halinde gelen baharatlı, ekşili yiyecekleri bohçaladığınız yemeğin bir parçası. Japon mutfağı içinse bir başka yeme durağı noktası Sumo oldu. Yemek deyince ayrıntılara girmek yazarken bile çok keyifli ama burada nokta koymak hepimiz için en hayırlısı olacak sanki.



Hayır efendim, sadece yemedik tabii ki. Yediğimizden çok erittik. Günde yirmi kilometre yol katetmiş üç çift ayaktan bahsediyorum, evet. Bu ayaklar sadece Amsterdam’ın ara sokaklarında ve kanal boylarında yürümedi. Yel değirmenleri, peyniri ve müzesinin de bulunduğu tahta ayakkabılarıyla ünlü Zaandam şehrinin sert rüzgârlı ve sevimli kasabası Zaanse Schans’ın tren istasyonundan kasabanın içine doğru birkaç adım ilerledikten sonra mutfaktan buram buram yükselen çikolatalı kurabiye kokusunu sokaklarda duymaya başlıyorsunuz. Neden mi? Çünkü kasaba girişinde bir kakao fabrikası var. Yel değirmenlerine yaklaştıkça sokaklar yerini açılır kapanır bir köprü yola ve ardından çocukluğumuzun bonus kafa ressamı Bob Ross amcanın tablolarından hallice bir manzaraya bırakıyor. Sonra gelsin yel değirmenleri, gitsin rüzgârlar. Gitseydi ya, gitmedi bir türlü; tabii adamlar yel değirmenlerini oraya boşuna dikmemişler. Hâlâ değirmenlere girip gezmek mümkün. İçlerinde ve civardaki küçük kulübelerde satış yapan hediyelikçilerin elde ettikleri kazançla bakımları yapılıyor, turizme katkı sağlanıyor. Turist amca ve teyzelerimiz turizmi daha çok peyniriyle, tahta pabucuyla ayakta tutarlarken gençlerin yolu daha çok Amsterdam’ın “highway”inden geçiyor. Anladınız siz onu. Biz mi? Biz her yerde :) Etinden, sütünden, kekinden faydalanırken ayırt etmeksizin. Bunların bazılarından daha cömert faydalanmak, eli korkak alıştırmamak gerektiği de de kayıtlara not düşüldü.  

Sonra mesela kahvaltı yapmak için Rotterdam’a gitmişliğimiz var! Şaka bir yana Amsterdam’a gitmişken zaman da varken Rotterdam’a gitmemezlik olmazdı. Erasmus’un memleketinde köprüsünü görüp özçekimimizi de yaptık, kübik evlerine de göz kırptık, 1912’de kurulmuş ve eski bir banka binasının ev sahipliği yaptığı Hollanda’nın en büyük kitabevi Donner’ı da hızlıca gezdik. Ama Rotterdam deyince aklına ilk ne gelir dersen, zamanında dümdüz edilmiş şehrin tamamen modern binalarla yeniden inşa edilmiş ciddi görüntüsü ve kahvaltı yaptığımız yer derim. 



Evet, yine yemek. Sed’imiz buradaki gezimizde de navigasyonu aratmayan yön duygusu ve başarılı seçimleriyle on puan beş yıldızlı bir performans sergiledi. De Bakkerswinkel  ortamıyla ve sunumuyla Hollanda’daki yaygın “hipster” ruhundan ödün vermemiş bir mekân. “Aa! Mutlaka gidin!” kıvamında olmasa da gayet güzel, tavsiye edilesi bir yer. Bunu da kenara not düştükten sonra gelelim sanata, sanatçıya, müzelere…




Öncelikle, siz siz olun Anne Frank’ın Evi müzesine gidecekseniz biletinizi gelmeden önce internetten alıp hazır edin. Ya da birkaç gün buralardaysanız yine internet sitesinden takip edip boşluk kovalayın. Biz ayarlamadığımız için müze listemiz ikisiyle sınırlı kaldı: 1) Van Gogh 2) Rijkmuseum. 
Zaten Rijk için günlerinizi ayırsanız da yetmeyeceği için çıtayı baştan yüksek tutmayıp burayı son güne, dönüş yolculuğundan birkaç saat öncesine bıraktık. Rembrandt ve Vermeer’in tabloları ve Hollanda’nın altın çağına ait sayılı eserle mutlu olmayı bildik. Aferin bize. Ama kütüphanesi dahil bir o kadarı daha sonraki Amsterdam ziyaretlerinde mutlaka uğranıp gezilesi. Bu seferki ziyaretin başrolünde Rembrandt’ın “Nightwatch” tablosu ve İnci Küpeli Kız eseriyle nam salmış Vermeer’in “Sütçü Kız” (The Milkmaid) tablosu vardı. Rijk’ın zenginliğinin cazibesi bir yana çoğunu gezemememiş olmanın ukdesi bir gün önceki Van Gogh müzesinde yaşanmadı. “Kesik kulak” hikâyesiyle ve özellikle birkaç popüler tablosuyla dünyaca tanınan Vincent Van Gogh’un hayatı ve eserleri konusunda bir güzel bilgileniyorsunuz ve müze âdeta sürükleyici bir biyografi kitabı kıvamında üst katlara doğru ilerliyor. Gidilip görülesi. Doğaya, tarımsal yaşama olan ilgisinin Fransa’da tanıştığı izlenimcilik akımıyla buluşmasıyla; doğanın döngüsünü yaşam ve ölüm ilişkisiyle bağdaştırmasıyla; dine olan yaklaşımı ve genel olarak yaşamı sorgulayışıyla; kendi içinde çözemediği psikolojik sıkıntılarıyla Van Gogh’u kendisi yapan çeşitli unsurları daha yakından tanıma fırsatı buluyorsunuz.

Yemesiyle, gezmesiyle, düğünüyle, hasret gider(eme)mesiyle pek güzel bir buluşma oldu. Yine tadımlık kalan, doyulamayanlar arasında yerini aldı ve gezi yazısından ziyade ortaya bir anı yazısı çıktı. En çok da; biliyorum ki sonraki günlerde, aylarda, yıllarda dönüp okuduğumda zihnimde bu mutlu anıları daha net canlandıracak bir kaynak oldu. Dostlar iyi ki varlar; araya giren zamana, mesafelere rağmen mutlu anılarımıza ortak olmak, her koşulda bir araya gelebilmek ve aileye duyduğun yakınlıktan farksız bir sevgiyle birbirine bağlı olmak, güvenmek belki de en güzeli. Bu özel günler de bunun anımsatıcısı. Hep birlikte daha niceleri olsun…

    


   



2 Aralık 2016 Cuma

GEMİYLE 23 GÜNLÜK TRANSATLANTİK TURU (06.11.2016 - 29.11.2016)



   

Geldik bir gemi yolculuğunun daha sonuna. Bu seferki, önceki mavi yolculuklarımızdan farklı olarak hem kıtalararası hem de uzun bir yolculuk oldu. Aylar önce annem ve teyzemle kaydolduğumuz bu seyahate çıkmadan önce bazı tereddütlerim vardı. Örneğin, çalışma düzenimi yaklaşık bir aylık tatile göre nasıl ayarlayacaktım? Bu süre zarfında sıkılmayacak mıydım? Okyanusta üç gün peş peşe seyir halinde olduğumuz sırada ciddi bir sağlık sorunu ortaya çıkarsa ne yapacaktık? 

Evden çalışmanın verdiği esneklik burada işime yaradı elbette; bu uzun tatilin telafisi gezi öncesi ve sonrası iş yoğunluğunu arttırmak suretiyle zor da olsa bir şekilde sağlandı. Sıkılma konusuna gelirsek: Gezi günlerinin yoğunluğu ve yorgunluğu ile okyanusta seyir halinde olduğumuz günlerde gemi içi etkinliklerin fazlalığı göz önünde bulundurulunca sıkılmak bir yana her şeye yetişemediğinizi fark ediyor ve kaçırdığınız etkinlikler için üzülüyorsunuz bile.
Ve sağlık… Yolculuk öncesi vitaminden, antibiyotiğe, yara bandından göz damlasına kadar ihtiyaç duyabileceğimiz bilimum tedariği sağladığım için içim biraz olsun rahattı. Gemide tabii ki revir de mevcut. Sonra beni rahatlatan en büyük unsur ne oldu biliyor musunuz? Gemideki yaş ortalaması. Evet. Yaklaşık 1000 kişilik personel harici yüzdeye vurduğumuzda, 3500 yolcunun yaş ortalaması en iyimser haliyle 60 civarında olsa gerekti. Dolayısıyla gece bire kadar içip eğlenen 70’lik, 80’lik hanım teyzelerin ve bey amcaların bulunduğu bir gemide 26 yaşındaki benim dert edeceğim son şey bu olmalıydı. Hatta utanmalıydım bu evhamlı ve paranoyakça düşüncelerimden! Çünkü etrafım hayata sıkı sıkı sarılan ve yaşamın sırrını çoktan keşfetmiş insanlarla çevriliyken bana da onları izleyip gördüklerimden feyzalmak düşüyordu. Nitekim öyle de oldu, özellikle Arjantinlilere ve genel olarak Latin Amerika halkına hayranlığım bin kat arttı. 
Şimdi lafı daha fazla uzatmadan gemi ve güzergâhımızla ilgili birkaç genel bilgi vereceğim. Uğradığımız rotalarla ilgili bilgiler sonraki yazılara…



Dediğim gibi 23 günlük bir tur programından söz ediyoruz. Ancak bunun 22 günü gemide, 1 günü de Buenos Aires’te otel konaklaması olarak düzenlenmiş.
6 Kasım’da Antalya-İstanbul-Venedik arası yolculuğumuz havada geçiyor ve uçağımız Venedik’e iniş yapar yapmaz otobüs transferiyle limana ulaşıp gemimize kolaylıkla giriş yapıyoruz ve yolculuğumuz resmi olarak başlıyor. Rotamızdaki ülke ve şehirler sırasıyla şu şekilde: Venedik (İtalya), Bari (İtalya), Valletta (Malta), Malaga (İspanya), Cadiz (İspanya), Kazablanka (Fas), Mindelo (Yeşil Burun Adaları), Recife (Brezilya), Salvador (Brezilya), Rio de Janeiro (Brezilya), Buenos Aires (Arjantin). Geri kalan 11 gün ise okyanusta seyir halinde geçirdiğimiz günler. Bu arada yolculuğun başlangıcından birkaç gün sonra kötü hava şartları nedeniyle gemimiz  Malta’daki La Valletta şehrine yanaşamadığından bir rota değişikliği oldu ve o günü denizde geçirip ertesi gün Palma de Mallorca (İspanya)’ya demir attık. Ancak her ne kadar güney yarım kürede yaz mevsimi olduğunu bilsek de asıl endişe ettiğimiz, Atlas okyanusunu atlayıp Amerika kıtasına geçiş süreci en rahatı oldu.

Gemi yolculuklarında en şikayetçi olduğum konu zamanın kısıtlılığı. O yüzden bu turlara tadımlık yakıştırması cuk oturuyor. Böylelikle gittiğiniz yerleri az da olsa tanımış oluyor ve sonrasında tur programına bağlı kalmadan bireysel olarak kendiniz veya yoldaş(lar)ınızla daha esnek ve doyumluk gezi programları yapabiliyorsunuz. Tabii turist ve gezgini birbirinden ayırmak gerek. Böyle bir gezide turistsiniz, nokta. Ancak turist olmanın, hele ki gemi yolcusu olmanın da keyifli yanları var. Örneğin sabah akşam düzenlenen, eski bir Çin savaş sanatı olan Tai-Chi dersleri; gün içinde çeşitli yer ve saatlerde düzenlenen Tango, Samba, Çaça, Vals, Baçata, Merenge, Zumba vs. dans dersleri; yaratıcılık, el işi atölyeleri; bilgi yarışmaları; karikatürlerinizi yaptırabileceğiniz sanat köşeleri; tenis, basketbol, masa tenisi, golf oynayabileceğiniz spor alanları ve fitness salonu; akşamları tiyatro salonunda düzenlenen, müzikal, akrobasi, opera gösterileri; film ve belgesel gösterimleri; uğranacak liman ve şehirlerle ilgili gemi personelinin verdiği bilgilendirici sunumlar; yabancı dil dersleri ve dahası, gemide turist olmanın sunduğu avantajlardan birkaçı.

Ayrıca 10 Kasım'da rehberlerimiz Sinan Özen ve Ali Cömertpay'ın organizasyonuyla Türk grubuna tahsis edilen salonda dağıtılan Atatürk rozetleriyle birlikte saat 09.05'te Ata'ya saygı duruşu ve İstiklâl marşının ardından Sarı Zeybek belgesel gösterimi de unutulmazlar arasındaydı. 



MSC’nin söz konusu turu “Grand Voyages” kategorisinde yer alıyor. Dolayısıyla gemi içi aktiviteleri ve akşamları düzenlenen programlar da bir haftalık veya on günlük gemi turlarına göre farklılıklar gösteriyor. Örneğin sürekli personel dışında bazı ünlü ses sanatçıları bir veya birkaç günlüğüne gemide misafir edilirken yolculara da sürpriz eğlence imkânları sunuluyor. Yolculuğun uzunluğuyla bağlantılı olarak bu kez 4 kokteyl / gala gecemiz oldu. Hatta gemi içi aktivitelere katılanlara özel davetiye gönderilen son günkü “Enrichment Cocktail”i de dahil edersek 5 kokteyl gecesi diyebiliriz. Bunun dışında, MSC’nin âdeti olduğu üzere beyaz gece, İtalyan gecesi, Tropikal ve 60’lar 70’ler 80’ler gecesi de geminin diğer akşam temalarından.

Benim için bu yolculuğun önceki gemi seyahatlerinden bir diğer farkı da Ekvator’u geçmiş olmaktı. Geminin buna özel bir etkinliği olduğunu ise tam o gün, yani 20 Kasım’da öğrendim: Neptün Partisi. Meğer Denizler Tanrısı Neptün, Atlas Okyanusu’nu geçen tüm cesur denizcileri (!) kutsayacakmış da haberimiz yokmuş. Üstelik bir de Ekvator’u geçtiğimize dair sertifika alacakmışız. Aman yarabbi! 



Neptün Partisi’ne katılmak gibi bir planım yoktu. Gemide havuza girmek adetim olmadığı gibi bir de yüzümü gözümü boyatıp tören halinde yüzlerce kişi havuza girmeyi düşünemiyordum bile ama Arjantinli arkadaşın dolduruşuna gelmiştim bir kere. Hayatımın en rezil partisi olacağını bilmeden katıldığım bu parti en unutulmaz ve “iyi ki” dediğim bir anıya dönüştü. Yüzlerimizi ve vücutlarını rengârenk boyatan bir güruh olarak sırayla havuz başına indik. Burada Neptün kılığına soktukları asalı bir ihtiyar ve kaptanımız Francesco Di Palma’nın liderliğinde iğrençlikler silsilesi başladı. 


 Öncelikle teker teker başımızdan aşağı kepçelerle beyaz şarap döküldü, ardından yüzümüze gözümüze çiğ kalamarlar sürüldü, peşi sıra havuzun sığ sularına çömdük ve beklemeye koyulduk törenin geri kalanını. Sonrasında başımızdan aşağı salça sosları döküldü ve Neptün’e, tamam mı, devam mı? sorusu üzerine rezillikler silsilesi tam gaz devam etti. Sırayla süt kreması, un ve kakao sonunda Neptün ikna oldu ve nihayet kutsandık(!) Ancak rezillik bitmemişti çünkü onca kişi bir de o pislik içinde havuza atlayacaktık, sonrasında da dans… 



Gemide 1200 yolcu Arjantinliydi. Dolayısıyla her akşam bandoneon, gitar ve piyano üçlüsünün icra ettikleri tango müziğine, Arjantin Tango dans gösterilerine ve Latin danslarına doyduk diyeceğim ama yok, doyamadık. 


Bu kadar uzun süre aynı ortamda kasaba halinde dolaşınca 40 milletten insanla ister istemez dost akraba oluyorsunuz. Öyle ki, ayrılırken hüzün çöküyor, gemi personeliyle sonraki yolculuklarda yeniden görüşme ümidiyle ayrılıyorsunuz; gemide edindiğiniz dostlarla iletişim bilgilerinizi değiş tokuş ediyorsunuz ve hatta evlerinize davet ediyorsunuz büyük bir samimiyetle. Örneğin İrlanda’daki Ita ve Patrick beni en yakın zamanda yanlarına bekliyorlar, Latin Amerika’ya yeniden gitmeyi düşünürsem kapısını çalabileceğim dostlarım oldu. İtalya’nın Bergamo şehrinde yaşayan Joe ve Federica’nın yeri ise bambaşka. Bence bu müthiş bir şey. Edinilen dostluklar ve deneyimler, paha biçilemez. 


İşte, yolculuk öncesi endişelerimi boşa çıkaran ve sorumluluklar olmasa en az 23 gün daha uzatmak isteyeceğim bir yolculuğu geride bıraktık. Gerçek hayata uyum sağlamaya çalışırken yaşadıklarımı ve gördüklerimi yazıya aktarma süreci bile yüzümde bir tebessüm bırakabiliyorsa ne mutlu. Sonraki yazılarda kalemimin yettiğince bu yolculuk sırasında farklı kıta ve şehirlerde gördüklerimi, tanıdıklarımı, yaşadıklarımı paylaşacağım. Daha nice birbirinden güzel yolculuklara…

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Sziget Festivali / 10-17 Ağustos 2015

İyisiyle kötüsüyle söylenecek çok şey var "Sziget Festivali"yle ilgili.
Tabii Budapeşte, Macaristan, Macarlar hakkında da... Ancak bu sonuncusuyla ilgili diyeceklerim nefret söylemine varan ifadeler içerebilir. (Tikkat!) Neyse, misafirperverlikten nasibini alamamış Macar halkına (en azından bize denk gelenler) bu yazıda fazla yer vermek gibi bir niyetim yok zaten.
Bol maceralı uçak yolculuğu ve sonrasında takip eden talihsizlikler silsilesine ayrı bir yazıda yer vereceğim.



Hadi bakalım. Başlayalım o zaman...

Sziget nedir? Ne demektir? Etimolojik açıdan incelendiğinde... Şaka şaka.
Ama şunu da söylemeden geçmeyeyim: Macarca'da "ada" demek "sziget". Ayrıca "si-get" deyu okunuyor. (Dalga geçtiğim soruları basbayağı yanıtladım ama neyse.)
En yüzeysel tanımıyla: "Müzik Festivali". Fakat 'müzik festivali' deyip geçmek de haksızlık olur hani.
- 76 hektarlık alana, 60 sahnenin yanı sıra sanatsal çalışmaların sergilendiği ve gerçekleştirildiği "Artzone",
- Gün içinde defile gösterilene de sahne olan "Designzone",
- Atlıkarıncalı, katılımcıların uzunca bir sıra bekleyerek ayakkabı tasarımı yaptıkları, dart oynayıp ödül kazandıkları ve dileyen hatunların kulis aynaları önünde makyaj yaptırdıkları "HM Music" alanı,
- Voleybol sahasından futbol sahasına, tırmanış duvarından basketbol sahasına daha bissürü spor aktivitelerinin yapıldığı "Sportzone",
Sirk,
- Pokerden satranca, tavladan masa tenisine varasıya turnuvaların da düzenlendiği "Gamelandhub",
- Söyleşilerin ve film gösterimlerinin yapıldığı "Magic Mirror",
- Ölmeden önce yapmak istediklerinizi listelediğiniz "'Before I Die' Duvarı",
- Gün içinde Tuna Nehri'nin hiç de temiz olmayan suyunda çimip kıyısında güneşlenebileceğiniz; belirli saatlerde Yoga, Bollywood Dans Dersi, Oryantal Dans Dersi gibi aktivitelerin de gerçekleştiği rahatlamalık, kafa dinlemelik bol minderli, yastıklı, nargileli "Chill Garden" vb. de sığdırmışlar. 



Rehber niteliğinde olması açısından, adadayken "kara kaplı defterime" aldığım notlardan ve "Sziget Pasaportu"ndan derlediğim bilgilerden kısa kısa tavsiyeler ve ibretlik yaşanmışlıklar da paylaşacağım şimci. Önümüzdeki yıllarda "Özgürlük Adası"na gidecekler daha bir dikkat kesilebilirler şu aşamada...


Aylar, haftalar veya günler önce festival biletinizi internet üzerinden aldınız diyelim. Buraya gelmeden biletinizin çıktısını da pasaportunuzun yakınında güvenli bir yere tepiştirdiniz. İşte adaya girerken bu A4 kâğıdı (veya telefonunuza kaydettiğiniz QR kodunu okutup) sizden alıp bir hafta boyunca bileğinizden çıkar(a)mayacağınız ve her giriş çıkışınızda kontrol edilecek bilekliğinizi veriyorlar. Peşi sıra bir de "Sziget Pasaportu" tutuşturuyorlar elinize. Tebrikler! Artık resmî olarak bir "Szitizen"sınız. Nam-ı diğer özgürlük adası vatandaşı. Bu pasaportu yanınızdan ayırmayın geleceğin szitizenları zira ada haritasından tutun içki listesi + fiyatlarına, konser ve aklınıza gelebilecek tüm ada içi aktivitelerin yer + saatlerine bu pasaporttan ulaşacaksınız. Girişte bagajlarınızı da kontrol ettirdiniz (yoğunluktan benimkine bakmadılar bile ama belli mi olur...). Artık adadasınız. O zaman alt başlıklara geçebiliriz:

Konaklama

Arkadaş grubuyla gitmeye karar verdiyseniz özellikle Airbnb veya hostel tarzı konaklama seçenekleri tüm dünyada olduğu gibi burada da mevcut. www.booking.com ve www.airbnb.com türevleri bunun için varlar, sağ olsunlar. Ancak bana sorarsanız (ki bu yazıyı okuyorsanız fikrime önem verdiğinizi varsayıyorum) festival alanındaki konaklama türlerinden birini seçin derim. "Aman üstüm başım toz toprak olmasın, pofuduk konforlu bir yatma/dinlenme alanım olsun; sıcak suyum, hijyen yuvam her an elimin altında hazır bulunsun," diyorsan bu tavsiyemin üzerini çizebilirsin. O zaman ben de sana şunu sorarım: Festivalin tadını doyasıya çıkarmaya mı geldin? Konforum önceliğimdir, deyip temizinden turistlik etmeye, paso fotoğraf çekmeye, bir iki konsere iştirak etmeye ve çarşı pazar dolaşmaya mı? Bundan sonra anlatacaklarım ilk soruya "evet" diyenleri daha çok ilgilendiriyor, ona göre.

Kamp alanındaki en "temiz" ve genellikle çoluk çocuklu ana babalarımızın ve yaşlı kurtlarımızın tercih ettikleri konaklama seçeneklerinden başlayalım:

1# Flexotel Village: Prems ve Premselerimizi buraya alabiliriz. Bir festival alanında bulabileceğiniz otele en yakın konforlu alan burası olsa gerek.

2# Karavan: Kendi karavanıyla gelecekler için karavan park yeri bulunmakta. Karavanınız yok ama illa ki karavan da mı konaklamak istiyorsunuz, ona da tamam. Konaklamaya tahsis edilmiş hazır karavanlar festival alanının en konforlu seçeneklerinden biri. Yalnız karavan içinde tuvalet ve duş yok, bilesiniz. İhtiyaçları gidermek için yine ortak alanların yolu göründü.

3# Diğer VIP Kamp alternatifleri: Bu başlık altında "Çiftlik Evi", "Akordiyon Ev", "Ahşap Kulübe", "Konforlu Çadır" seçenekleri mevcut. Seç, beğen, al. Yalnız bu saydıklarım satışa sunulduktan hemen sonra tükeniyor, bilesiniz.
Bunlar arasında "Çiftlik Evi", "Akordiyon Ev" ve "Ahşap Kulübe"de diğer saydığım ve sayacağım çadır seçeneklerinden farklı olarak konaklama yerinizi kilitleme ücretsiz temizlik, elektrik ve kasa seçenekleriniz de bulunuyor. Ancak tuvalet ve duş için sizi yine ortak alana alalım efenim.
Ama gözünüz korkmasın çünkü birazdan sayacağım çadır alanlarına kıyasla VIP'de tuvalet ve duş konusunda "o kadar" fazla sıra beklemediğiniz gibi bir de havuza erişiminiz var. Ayrıca güvenlik, bagaj teslim, telefon şarj hizmetlerinden de beleşe faydalanabiliyorsunuz.

Ayrıca VIP alanda konaklamak için kendi çadırınızı getirebilir ya da önceden kurulmuş çadır seçeneğini tercih edebilirsiniz.


4# Apéro + Alternativa + Siesta + Bridge Kamp Alanı Alternatifleri: İtalyan ve Fransızlara özel diyebileceğimiz seçenekleri içinde barındırması ve sınırları içinde havuz bulundurmaması dışında diğer VIP özellikleri buralarda da mevcut.

5# Basic Kamp: Bu seçeneğe kafanda tik attın mı bilesin ki festival ücreti dışında ekstra para ödemeden çadırını, uyku tulumunu ve matını kaptığın gibi adanın mümkünse ağaç altı gölgelik herhangi bir alana konuşlanabilirsin (yukarıdakiler dışında). Ben Türkiye'den çadır yüklenmem (abartma) festival alanından her bir şeyimi satın alırım dersen o da olur ama baştan uyarayım çadırı da, uyku tulumu da çok dandik. Onun yerine üç kuruş fazla ödeyip Decathlon vs. mağazadan edineceğin çadır hem daha uzun ömürlü olacak hem de her yıl sektirmeden en az bir gün yağan Sziget yağmurunda da mağdur olmayacaksın. Onu da bir kenara yazalım.

Adanın muhtelif yerlerinde ortak duş, tuvalet, lavabo alanları bulunuyor. Tek eksisi, basic kampçıların sayısını bu WC, duş sayısına vurduğunda beklediğin duş sırası ve her zaman sıcak su olmayışı illallah dedirtebiliyor. Tuvaletlerin de tahmin edildiği kadar "iğrenç" olmadığını söyleyebilirim. Ya da biz beklentileri epey düşürüp gittik, bilemedim şimdi ama şöyle söyleyeyim; böyle bir festivalin TR'de olduğunu varsayıp klozetlerin olası hallerini düşünürsek, buradakiler bayağı bir temizdi hani.
Tüyo: Duş konusunda akşam saatlerini veya sabah çok erken saatleri tercih etmek sizi kuyruk bekleme derdinden kurtaracaktır.

Konaklama ve temizlik konusunu burada noktalayıp yeme içme kısmına gelelim:

YE! İÇ! YE! İÇ! İÇ! İÇ!

Alanda ne aç kalırsın ne susuz ne de içkisiz. Tüm gün ve gece boyunca dönerinden kahvesine, noodle'ından tavuğuna, pilavına, nachosuna ve daha nicesine erişim mevcut. Fiyatlar da Avrupa standartlarına göre uygun olsa da Türkiye fiyatlarıyla aşağı yukarı denk veya daha yüksekti.

Birkaç örnek vermek gerekirse:

- Churros = 500 HUF (5 TL)
- Dreher (fıçı bira, 0.5 l)= 600 HUF (6 TL)
- Dürüm türevi = 10.000 HUF (10 TL)
- Noodle = 30.000 HUF (30 TL)

Öte yandan festival alanından çıkınca 10 dk civarı yürüyüş mesafesindeki "Auchan Süpermarket", festival boyunca yeme içme ve diğer market ihtiyaçlarınız konusunda cebinizin en büyük dostu olacak. Çünkü ihtiyacınız olan neredeyse her şey burada yaklaşık yarı fiyatına. İçeri alenen içki sokmak "yassah" olmasına ve girişteki abiler kamuflaj şişeleri çalkalamak da dahil her türlü denetleme yöntemine başvurmalarına rağmen imkânsız diye bir şey yoktur azizim. Ha bu arada cam kavanoz/şişe de sokamıyorsunuz festival alanına. O yüzden neredeyse nutellamız elden gidiyordu ama onun da çaresine baktık ;)
Yani festival alanı yeme içmelerine daha ucuz alternatif mevcut.

Çok önemli bir nokta! Az kalsın unutuyordum. Festival alanında yapacağınız bilimum alışverişlerinizde geçerli tek bir ödeme yöntemi var: FESTIPAY CARD. Adaya adım attığınız an her tarafa konuşlanmış mini gişelerden bu kartı edinmek zorundasınız. Küçük bir depozit ücreti karşılığında kartı aldıktan sonra yine aynı yerden kredi kartı veya nakit (euro/HUF fark etmez) karşılığında karta yükleme yapıyorsunuz. Harcadıkça bu gişelerden ek para yüklemesi yaparak alandaki her türlü yiyecek, içecek, giyecek alışverişinizi hallediyorsunuz. Festival sonunda ister anı olarak kalsın diye Festipay'inizi yanınıza alıyor, isterseniz de kartı iade edip 3-5€'luk depozit ücretinizi geri alıyorsunuz.

Alkol:

Macaristan'a gelmişken denemek isteyebileceğiniz içkilerin küçük bir listesi:

- Palinka (ör:Rézengyal Barrique Plum vs.) - (meyveli konyak)
- Tokaji (beyaz şarap)
Egri Bikavér (kırmızı şarap)
- Unicum (likör)

Yiyecek olarak La'ngos 'u meşhur. Salam ve paprika (kırmızı toz biber) zaten malum...

La'ngos = Anamızın babamızın bildiği pişi üzerine domates, kaşar, mısır ve soğanı ekleyince ortaya çıkan nimet.


ADA AKTİVİTLERİ

Yazının başında bahsettiğim gibi adada sıkılmak mümkün değil. 24 saat ne tür aktivite ararsan var. Bungee-jumping mi istiyorsun, gece gündüz ha babam havaya atlayan atlayana. Havadaki başka bir aktivite de yiyeceğini, içeceğini alıp masa başına dizilerek havada biranı yudumladığın bir platform. 10-15 kişilik bir masa düşün, etrafına dizilmiş insanlar. Sadece havadasın :) Ayaklarını sarkıt yanındakilerle muhabbet et, adanın kuşbakışı manzarasının keyfini çıkar.


Oyuncular için:

Poker Çadırı, Satranç Çadırı, Futbol, Plaj Voleybolu, Masa Tenisi, Dans Workshopları, Dart Şampiyonası vs.

Sanat-çılar için:





Artzone'daki bilimum aktiviteler. Geri dönüşümlü malzemelerden çanta yapımı. Ytongdan heykel yontma. Çeşitli malzemelerden bileklik, takı tuku yapma. Tişörtünü, vırtını zırtını getirip 40€'luk sziget official tişörtü almak yerine kendi çantana veya tişörtüne Sziget baskısı yaptırma vs. DESIGNZONE'daki tasarım workshopları.





İçindeki "entel"e ve "duyarlı"ya kulak verenler için:





Alandaki onlarca STK çadırının ev sahipliği yaptığı eğlendirici, bilgilendirici, gönüllü etkinlikler.

TEDxBudapest konuşmaları.

Film gösterimleri ve tartışma platformları.

Tiyatro ve Dans Çadırı.




Dinlenmek ve huzura kavuşmak isteyenler için:

Luminarium veya biraz daha müzikli, danslı rahatlama için Chill-out area.

Bitmek bilmeyen diğer tüm irili ufaklı konserleri ve eğlenceleri saymıyorum bile.

Eminim yazıya sığdıramadığım daha bir sürü eksik nokta var ama zaten hepsini aktarmak mümkün değil. Hayatta en az bir kere deneyimlenmesi gereken bir festival olduğunu düşünüyorum. Hayal kırıklığına uğramamak için beklentileri düşük tutmamıza ve yaşadığımız bazı sıkıntılara (yere çökmek bilmeyen toz bulutları, çoğunlukla sıcak su bile bulamadığımız duş için beklenen uzun kuyruklar vs.) rağmen değdi mi? diye soracak olursanız, cevap: Kesinlikle, evet.



Dünyaca ünlü yüzlerce sesi canlı olarak (bazen peş peşe) dinlemeye, en rahat ve mutlu halinizle, saygı çerçevesini aşmadan özgürlüğün ve mutluluğun, hatta o mutlu yorgunluğun ve rezilliğin tadını çıkarmaya hazırsanız hiç durmayın, koşun Sziget'e...






5 Temmuz 2015 Pazar

Vietri (Salerno) - 12.06.2015

Vietri sul Mare

Seramik döşeli bir İtalya kasabası...


'Denizin üstündeki Vietri' anlamına gelen Vietri sul Mare yerine Vietri diye bahsedeceğiz "Amalfi'nin ilk incisi"nden. Uzatmaya gerek yok. 



Dileyen, Salerno limanına 40 dk uzaklıkta bulunan; ve Vezüv Yanardağı'nın lavlarını kusmasından 1700 yıl sonra (18. yy'ın ortalarında) keşfedilen Pompei'yi ziyaret edebilir. 

Dileyen, limandan birkaç dakika uzaklıktaki şehir merkezine gider. Mağaza gezer, ara sokaklarına dalar; dolaşır.

Dileyense Amalfi kasabasına gidip o meşhur, uzun merdivenli St. Andrea Katedrali'ne uğrayıp İstanbul'dan getirilen bronz kapısı önünde foto çekinebilir; civarında tekne turu yapabilir...

   Yukarıdaki seçeneklerden Salerno şehir gezintisini saymazsak; diğer ikisini, 2004 yılında Socrates projesi kapsamında lisemizden küçük bir grupla gerçekleştirdiğimiz bir haftalık okul gezimizde ziyadesiyle gezip görmüştüm. Dolayısıyla kısıtlı vaktimizde yeni bir yer görmek işime gelir. Kuzen de seramik sanatçısı olunca karar verildi. İlk hedefimiz VİETRİ! İleri! 

   Limandan 20 dakikalık bir otobüs yolculuğuyla vardık Amalfi'nin ilk incisine. Sahi, niye ikidir "inci" diyorum buraya?
Aslında Vietrililerin tabiri bu. Amalfi kıyısı, doğudaki Vietri'den batıdaki Positano'ya kadar uzanan 40 km'lik bir şerit olduğundan; ve doğu yaka başlangıcı simgelediğinden (ya da Vietrililerin işine öyle geldiğinden) mütevellit "ilk inci" olup çıkıvermiş bu minnacık kasaba.

seramik döşeli bir seramik fabrikası
Ama siz inci kısmına fazla takılmayın zira Vietri deyince "Seramik" ve "Limon" gelmeli aklınıza. Limon da limoncello'yla kucaklaşır, araya da "San Giovanni Battista Kilisesi"ni alırsa Vietri'yle ilgili kabataslak bir harita çizilmiş olur bilinçaltınıza. 

   San Giovanni Battista Kilisesi'ni aklımda nasıl tutayım? Niye tutayım? Hem bana ne canım! derseniz hakkınız var. Çünkü yarın sorsanız ben de unutacağım adını. O yüzden kubbesi seramik döşeli 300 yıllık kilise dersek daha faydalı olacak sanıyorum. 

San Giovanni Battista Kilisesi
Hani seramik döşeli kasaba demiştim ya ta en başta? Sırf kilisenin kubbesi olsa yine iyi; Vietri'nin sokaklarını sürterken nereye baksanız seramik üzerine rengârenk tasvir ve motiflerle karşılaşacaksınız çünkü. Köşe başındaki bir duvar, yol kenarındaki masa ve sandalyeler, Vietri girişteki mavi ve yeşile açılan 'pencere' önüne dizilmiş saksılar, vazolar, deniz kızı heykeli de safi seramik. Pencere dediğim aslında ağaçlar ve denizle bezeli bir manzara. Aşiyandaymışsınız gibi bakıyorsunuz Amalfi'nin geri kalanına bu muhteşem pencereden...

Vietri'nin yerel ürünleri
Ha derseniz ki pencereden bakmak yetmez denizine de girip çimeceğim, kim tutar sizi. Birkaç kilometre daha kıvrılıverin aşağı. Marina di Vietri'de serinleyin, güneşleyin; gelin. Yalnız, sakın ola bikininizle çıkmayın çarşı pazarına. Adamlar ciddi ciddi yasak koymuş, ona göre.



Sizi bilmem de biz sokaklarına ve ufacık dükkânlarına kaptırdık kendimizi. Turistliğin hakkını verip her yanını fotoğraflamadan da edemedik tabii. Ama gezmek, dolaşmak, görsellemek de bir yere kadar. Hava sıcak, yorulduk da azıcık. Oturup bi dondurma yemeyelim mi yani? A, pardon: Gelato. Mekân olarak Bar Ariston'u tavsiye edebilirim. Bir de Stracciatella + limonlu dondurmasını...


Buraya kadar gelmişken ne alalım peki? 

- Yemelik + İçmelik: Limonlu şeker (şeker dediğime bakma, arada çaktırmadan gerçek limon yemiş hissiyatı yaratıyor). Limoncello. Yerel fırınından tedarik edebileceğiniz Taralli al naspro adlı limonlu kurabiyemsi vs. 

- Hediyelik eşya: Aklınıza gelebilecek her türlü Seramik eşya. Pulcinella (Napoli kukla tiyatrosunun meşhur karakteri) motifleri, magnetleri vs. 
limonlu kurabiye

İsterseniz kavun büyüklüğündeki limonlardan da alabilirsiniz. Ama benim yaptığım gibi iki tanesine yapışıp fotoğraf çekinmek varken o yükü taşımak niye?!

Sevdik mi Vietri'yi?
Evet!

60 km uzaklıktaki Napoli tarafından çıkmışsanız yola; zamanınız varsa; ve o daracık dönemeçli yolları bize vız gelir derseniz, Vietri kucağını açmış sizi bekler.

Zaten yola kıyı şeridinin doğu yakasından çıkmışsanız, burayı es geçmek ayıp olur. 
Duymasın Amalfi'nin ilk incisi!