24 Haziran 2014 Salı

Venedik (İtalya) - 14.06.2014

Venedik + Gondol

Eveet, geldik mi Venedik'e?
Henüz değil. Önceki gün Dubrovnik gezimizde rehberimiz Venedik için sabah erkenden kalkıp fotoğraf çekmemizi salık vermişti. Gezi öncesi araştırmalarımda da aynı tavsiyeye rastladığımdan sabah yine kuzenimle beraber, kargalar ziyafete (!) oturmazdan önce 05:45'te uyanıp 15. güverteye çıktık.
Tabii benim elimde yine memo. Bizden başka etrafta 10-15 kişi daha var, bir de yerleri yıkayan sevimli amcalar...

vaporettodan Venedik görüntüsü
   Zaten Venedik'e varışımız 09:00 olarak belirtiliyor günlük programımızda ama anacığım etraf da isli puslu, fotoğraf çekilecek bir hava yok.
Venedik'in meşhur minik köprülerinden
Madem bu saatte uyandık, doğruca kahvaltıya dedik. Kahvaltı sonunda Venedik manzarası alan güverteler fotoğraf makinalı yolcularla dolup taşıyordu.
Geminin ana limanı burası olduğundan yoğun bir yolcu iniş binişi (3000 kadar) yaşanacaktı. Kahvaltıdayken yolcuların bir kısmının ellerinde küçük bagaj ve el çantaları görmemizin sebebi de buymuş demek ki.

   Velhasılı kelam, Guidecca Kanalı'ndan geçerek yanaştık Venedik'in turistik limanına.
Bu seferki rehber + yolcu buluşmamız Golden Lob Restarurant'taydı. Aldık 35 no'lu stickerımızı (babam seneler önce buraya geldiği için 13 avro ücretli transfer almakla yetindi) ve cümleten vaporettomuza binip St. Marco Meydanı'nından dört köprü önce indik karaya.

Venedik panaromik
   Bu arada niye vaporettoya bindiniz diye sormayın. Şehrin batmasına ramak kalmış, bir de 140 tonluk gemiyle dibine yanaşacak hâlimiz yoktu herhalde. Zaten kruvaziyerlerin Venedik'e yanaşacağı son seneymiş. Bundan sonra daha açıkta bir yere demir atıp yaklaşık 1,5 saatlik bir otobüs yolculuğuyla ulaşılabilecekmiş Venedik merkeze. Hadi yine iyiyiz :)

San Teodoro
   Neyse, nerede kalmıştık? St. Marco; nam-ı diğer Piazzo San Marco. Evet. Sözünü ettiğim dört minik köprüyü geçerek varıyoruz iki sütunun başına. Buraya meydanın başlangıç noktası diyebiliriz. Sütunlardan birinin tepesinde San Marco'nun Aslanı, ötekindeyse koruyucu Aziz Teodoro, yani San Teodoro heykeli bulunuyor. Avrupa'nın muhtelif şehirlerindeki birçok parça gibi bu sütunlar da İstanbul'dan getirilmiş 1200'lerin başında. Adamlar, meydana adını veren Marco'nun kemiklerini bile çalıp getirmişler ya la! Daha ne olsun? Neyse ona sonra geleceğim. Konuyu daha fazla dağıtmadan devam...
San Marco'nun Aslanı
   Deniz tarafından uzaklaştıkça sütunların peşisıra Sansovıno Kütüphanesi (Libreria di San Marco) ve Dükler Sarayı (Palazzo Ducale) karşılıyor bizi. Dükler Sarayı ve hapishaneyi bağlayan meşhur Ahlar Vahlar Köprüsü'nü (Ponte dei Sospiri) de unutmamalı. 
   Saat Kulesi'ni (Torre dell’Orologio) de kısaca açıklayayım da bir hikâyeye bağlayacağım. Bekleyin.
Ama öncesinde Saat Kulesi! Kulenin tepesinde iki bronz heykel bulunuyor. Heykellerden biri yaşlı bir amcayı (geçmiş zaman), diğeriyse genç bir abiyi (şimdiki zaman) tasvir ediyor. İkisinin de elinde çekiç bulunuyor ve her saat başı "zaman geçiyor heheeyt!" deyu çan sesini duyuruyorlar ahaliye.
Ama sadece saat dersek yanlış olur. Zira Ay'ın evreleri ve zodyak (burç) sembollerini de görmek mümkün. Rivayete göre bu saat mekanizmasından başka yapamasınlar diye ustaların gözleri kör edilmiş efendim. Caniler!

   Şimdiye kadar anlattıklarımı zihinde görselleştirmek ve daha kalıcı hâle getirmek adına hikâyemize geçebiliriz...
Dükler Sarayı (idam edilen mahkûmların
teşhir edildiği sütunlar)
  Bahsettiğimiz dönem elbette Ortaçağ. Ortaçağ deyince ne geliyor aklımıza? İşkence. Hem de her türlüsünden. Hani hapishane demiştik ya, işte mahkûmlar Dükler Sarayı'nı hapishaneye bağlayan köprüden geçerken hücrelerine gitmeden evvel dünya gözüyle gün ışığını son kez burada gördükleri için "N'aptık biz yahu! Ah! Vah!" serzenişleri köprüye ismini vermiş. Gelelim psikolojik işkence faslına. Toprak Bey'in dediğine göre (evet bugünkü rehberimiz de kendisi) öğle saatinde idam edilecek olan mahkûm o ilk bahsettiğim iki sütunun arasına asılıyor cayır sıcakta. Ama yüzü nereye dönük bilin bakalım? Tabii ki bizim zodyaklı saat kulesine! Adamın burçlara baktığı yok elbet saatin tiktaklarını saymaktan. Ölmeden önce son dakikalarında da işkence görüyor yani abimiz. Kafası kesildikten sonra bile bitmiyor eziyet. Zira kesilen kafalar ibret olsun diye Dükler Sarayı'nın mermer sütunlarına asılıyor ertesi hafta Pazar gününe dek. İşte Dükler Sarayı'ndaki söz konusu iki sütunun diğerlerinden farklı olarak kırmızı renkte olmasının sebebi buymuş arkidişler.

   Gelelim St. Marco Bazilikası'na... Aziz Marcus, on iki havariden biri. Ayrıca dört incilden birinin yazarı. Restorasyon çalışmaları olduğundan öyle ihtişamlı bir fotoğrafını çekemedim ama hikâyesi epey ilginç: Vakti zamanında Venedikli iki tacir bizim meşhur azizin kemiklerini domuz etine sarıp sarmalayıp İskenderiye'den ta buralara kaçırırlar. Neden domuz eti? Müslüman muhafızları domuz etini kontrol etmiyor da ondan! Kıps.
St. Marco Bazilikası'ndaki Dört Bronz
At Heykeli (İstanbul'dan yağmalanan)
Bazilika'nın orta kapısının üzerindeki dört adet bronz at heykeli (orijinalleri içerde) ise Haçlı Seferleri sırasında İstanbul'dan çalınıp getirilmiş. Çalan çalana! Tehey!

ara sokaklardaki meşhur sarı tabelamız
Evet. Bu kadar ansiklopedik bilgi yeter. Hava da sıcak zaten. Biz rehberin peşinde güvercinler gibi meydanın bir o tarafına bir bu tarafına seğirtirken annemle babam nerede dersiniz? Merdivenlerde, duvar dibinde; daha doğrusu gölge neredeyse oradalar. Gruptan ayrı takıldıklarını söylememe gerek yok sanırım :)
Ama durun daha yolumuz uzun. Saat kulesinin yanından girip labirentimsi ara sokaklardan Rialto Köprüsü'ne (Ponte Rialto) varacağız.
Bu arada teyzemlerden koptuk. Peynirini bulmaya çalışan fare hissiyatıyla labirentte ilerlerken bir de baktım Pınar ablam! Peynirin adresini almış meğer ;) Koşar adımlarla köşedeki Hard Rock'ın Venedik şubesinden sola döndüğümüz gibi Pizzeria Rialto'dayız. Anağm! O da ne? Adı üstünde sağ tarafımızda da Rialto Köprüsü. Bonus!
   Margarita + patates kızartması + buzlu su üçlüsüyle hem midemizi hem ayaklarımızı şımarttıktan sonra Rialto Köprüsü'yle foto çekinmeden olmaz. Japon bir teyzeden toplu hâlde fotomuzu çekmesini rica ediyoruz. Bu da tamam.
   Sıra geldi bir iki mağazaya bakıp yavaştan dönüş yolunu tutmaya. Saat 15:00'te vaporettodan indiğimiz noktada buluşacağız. Neyse bu sefer tok mideyle koyulduk labirentteki gezintimize.

canım Cameo'm :)
   Vitrinlerde görünce geldi aklıma: CAMEO. Tabii yahu! Çocukluğumdan beri hayran olduğum tek aksesuar. Broş, kolye, yüzük, bilezik vs. formlarında görmek mümkün. Benimki hem broş hem de kolye ucu olarak kullanılabildiğinden bir taşla iki kuş vurmuş oldum diyebilirim. Arka fonu yavruağzı tonlarında akik ve ön yüzeyi kadın portresi rölyefiyle süslenmiş bu aksesuar sanırım yabancı filmlerden bilinçaltıma kazınmış. Tarihine gelecek olursak şaşırmamak elde değil. M.Ö. 3000'li yıllarda antik Mısır'da rastlanmış ilk Cameo'ya. O zamanki Cameo'larda savaş tasvirleri yer alıyormuş hoşe hatunlar yerine. Sonra sonra farklı coğrafyalara yayılıp meşhur oluyor. Cameo modası akımının başını ise Napolyon çekiyor. Krallığı döneminde kendisine Cameo'larla bezeli bir taç yaptırınca Fransa ve beraberinde Avrupa'daki çeşitli kraliyet aileleri de aynı izden devam ediyorlar.
- Cameo, yeter tatlım sen çekil şimdi şöyle bir kenara. Gondol'a geçiyoruz biz...

Venedik'e gelip maske denememek olmaz

Yazı uzun oldu farkındayım ama Gondol'u yazmazsak olur mu? Cık.
Tur kapsamında olması sebebiyle bu işi kendimiz pazarlıkla kotarmak yerine rehberlere teslim ediyoruz. Tek yapmamız gereken sıramızı bekleyip gondolumuza atlamak.
Altışar kişi alıyorlar aslında gondollara ama ekstra bir kişi bulamadığımızdan beş kişi biniyoruz hatunlar kafilesi olarak. Gondolcumuz azıcık sarhoş mu ne? :/
Küçük Kanal
Neyse zaten yarım saatimiz var. Fotoğraf çekmeye başlamalı bir an evvel. Hatta bir ara daha iyi bir açı yakalayayım diye yerimden azıcık kıpırdıyorum ama gondolcunun, "şşt! höyt!" tarzı uyarıları neticesinde put kesiliyorum. Öyle, söz dinlerim ben! Dinlemesen n'olcak? Kanalın pis suyuyla tanışma fırsatı bulacaksın. Sağolun, ben almayayım.
Küçük kanaldan geçerken gondollarla ilgili araştırmalarım canlanıyor hafızamda. Kanallar daracık olunca köşeden gelecek diğer gondolla tek iletişim araçları bağırmak. Zaten İtalyanların uzmanlık alanına girdiğinden köşe başlarında birbirlerine bağırıp çağıran amcalar hakkını veriyor. Amca demişken. Evet. Gondolculuk babadan oğula geçen bir meslek. Gondolcu ehliyeti almak ise oldukça zor imiş. Kadın gondolcu yok mu derseniz, tek bir istisna dışında yok efenim. Kendisi Gondolcular Birliği Başkanı'nın kızı olur.
Büyük Kanal'daki Gondol
kazamızdan birkaç saniye evvel
Yaklaşık 2 m. derinliğindeki Küçük Kanal'dan çıktık Grande Canale'a. Buranın derinliği yaklaşık 7 metreymiş gondolcumuzun dediğine göre. Biz şapşi şapşi foto çekerken sarsılıyoruz birden. N'oluyor yahu, derken bir de baktık ki çarpışmışız. Evet, başka bir gondolla! Şimdi günahını almayayım ama dedim ya çakırkeyifti galiba bizim kerata. Gondol kazası da bizi buldu ya la! Neyse ki bir hasar yok, devam...
Gondol sefamız da bu şekilde yarı atraksiyonlu bir şekilde son bulmuş oldu.

Bir başka atraksiyonsa annem tarafından yaşandı. Nasıl mı? Artık dönüşte vaporettomuzun kalkmasına 15-20 dakika kalmış. Hadi, dedim annemle babama, gelin de kanalın üzerinden geçen şu minik köprülerden birinde fotonuzu çekeyim. Hay demez olaydım. Annem rüzgâr eşliğinde boynuna bağladığı gömlek ve saçları uçuşurkene pek de fiyakalı bir poz veriyordu ki babam da katıldı yanına kendisinde rica ettiğim üzere. Kolunu annemin omzuna atayım derken annemin bugün gondol beklediği sırada 8 avroya pazarlıkla aldığı hasır şapkası (sonra bu şapkacı deluganlıyla bir sandalye kavgası da yaşandı, o ayrı) kanalın pis sularını boylamasın mı! Babam ciğerci kedisi gibi şapkanın kenara yanaşmasını beklese de nafile. Onca yorgunluğun üstüne tuz biber oldu anlayacağınız. Trajikomik bir anı deyip geçelim :)

Pis kokulu ama güzel görünümlü Venedik maceramız 15:00 sularında sona ererken yine vaporettolarımızla bu sefer karaya inip yarımız shuttle'la yarımız yürüyerek terminalden geçtik ve gemimizdeyiz! Şükürler olsun. Ayaklarımıza kara sular indi yahu.
Neyse şehir batmadan görmüş olduk bu vesileyle. İyi oldu, hoş oldu.

Not: Gemimizde bugünkü kıyafet temasının neden "günlük" olduğunu da anlamış oldum. Bu yorgunlukla kim gitsin de abiyelerini giyip süslensin!

Ertesi gün Bari'ye gidiyoruz. Koşun!


* https://www.flickr.com/photos/kayitmaz/14305169969/



22 Haziran 2014 Pazar

Dubrovnik (Hırvatistan) - 13.06.2014

Dubrovnik + Konavle    


   Sabah saat 11:00 sularında yanaştık Dubrovnik - eski adıyla Ragusa'ya. Bugün ve önümüzdeki iki gün (Venedik ve Bari'de) boyunca geçerli olmak üzere saatlerimizi bir saat geriye almamız tembih edilmişti. Önceki geceden aldık saatlerimizi bu sebepten.

Gemiden panaromik Dubrovnik

   Aslında Dubrovnik bu turda en merak ettiğim yerdi diyebilirim. Venedik ikinci sırada geliyordu. Ne var ki bir yere gitmeden önce beklentiyi çok yüksek tutmamak gerekiyormuş demek. Turumuzun kapsamında "sur" gezisi yoktu. Bunun yerine Konavle + Dubrovnik turu satın aldık ailecek.
Bu da demek oluyordu ki Game of Thrones'un çekildiği mekanları yakından göremeyecektim. Neyse, sağlık olsun diyelim ve devam edelim.
Gemiden inmeden evvel, önceden tayin edilen bir salonda toplanmamız duyurulmuştu. Yanımızdan ayırmadığımız kartlarımız ve önceki geceden odamıza zarf içinde bırakılan turuncu biletlerimizle rehberlerin başını tuttuğu sıraya girdik. Neden mi? Gemide yaklaşık 300 Türk yolcu olduğundan çareyi üzerinde farklı sayılar yer alan stickerlar dağıtmakta bulmuşlar. Bu şekilde aynı rakamdaki yolcular aynı otobüslere yönlendiriliyor. Rehberimiz Toprak Demirci eşliğinde biz de 4 no'lu otobüsümüzün yolunu tuttuk gemiden iner inmez. Programa göre önce otobüslerle kısa mesafedeki Dubrovnik Old Town'a transfer edilecek, burada bir süre gezip bilgilendirildikten sonra da yine otobüslerle Konavle çiftliğine gidecektik. Nitekim öyle de oldu :)

Büyük Onofrio Çeşmesi
   Pile Kapısı'ndan giriyoruz Old Town'a. Kapının hemen üzerinde Aziz Vlas heykeli karşılıyor bizi. Nam-ı diğer koruyucu aziz (not: Mezarı Sivas'ta). Kapıdan girdikten bir iki dakika sonra Dubrovnik'in meşhur Stradun caddesinde buluyoruz kendimizi. Hemen sağımızda Büyük Onofrio Çeşmesi. Çeşme aynı zamanda rehberimizin ilk bilgilendirme durağı oluyor. Ta 15. yy'da yapılan bu çeşme, adını Dubrovnik'e ilk su tesisatını getiren Onofrio della Cava amcadan almış meğer. Bizim ahali buranın suyunu içmeden geçer mi hiç? Nayır :) Sıcaktan korunma amaçlı birazcık da tepeyi ıslattın mı oh, devam edebiliriz...

   Caddenin solunda, çeşmenin tam karşısında ise koca bir manastır yer alıyor. Daha önceki araştırmalarımdan bu manastıra aşinaydım. Zira kendileri Avrupa'nın ilk eczanesi olarak da biliniyor. Stradun caddesini arşınlarken şehrin doğu kapısından batı kapısına doğru ilerliyoruz aynı zamanda. Bilgilendirme faslının ardından gezmemiz için zaman tanınacağından sağlı sollu dükkanlara uğramadan geliyoruz caddenin sonuna. Burada saat kulesinin yanısıra Sponza Sarayı, Rektörler Sarayı ve kilise bulunuyor. Ha bir de Orlando heykelimiz var, tabii. Kendisiyle ilgili iki ilginç bilgi: Rivayete göre Orlando amca saldırıyı haber vermek üzere bir askerin rüyasına girmişmiş, sonra da koruyucu ilan edilmişmiş... Bir de Orlando'nun dirsek ölçüsü (51,2 cm) o zamanın ölçü birimi olarak kullanılmış. Eveet, çocuklar cadde bu kadar. Şimdi dağılabiliriz :)

Stradun Caddesi
   Esasında bir iki saate Konavle çiftliğinde bir şeyler yiyip içeceğiz ama memleketteyken, buralara gelmişken mutlaka kalamar yememiz salık verilmişti. Hemen sağ taraftaki Konoba lokantasının menüsüne bakıyorduk ki hatun bizimle Türkçe konuşmaya başlamasın mı! Aynı şekilde yanındaki garson da... Ayaküstü pazarlığımızı da yaptık ve siparişimizi verdik. Bizim altın kızları (annem ve teyzemler) masalarına oturttuktan sonra kuzenimle Gundulica pazarına gittik. Oturduğumuz lokantadan birkaç adım mesafede küçücük bir pazar burası. Lavanta keseleri, esansları ile kuru sebze ve meyveler, zeytinyağları satılıyor. Cazip bir şey göremediğimiz için birkaç foto çekip ayrıldık meydandan. Benim kalamar yiyesim olmadığından (asıl limandaki bir lokantada yemek gerekiyormuş. Oradakinde koca (!) tencerede nispeten uygun fiyata getirildiğini öğrendiğimizde iş işten geçmişti) benim memoyu (makinama verdiğim isim) da alıp daracık ara sokaklarında dolaşmaya başlıyorum...

Gundulica Pazarı'nda satılan lavanta
keseleri ve esansları

Ne alaka demeyin, uzun merdivenleri dar sokaklarını görünce aklıma Liège geldi. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Yolda dikkatimi çeken bir başka öğe ise biri beyaz, diğer ikisi yeşil ve kırmızı renkli papağanlarıyla korsan kostümlü amca oldu. Etrafa bakındım ama bu teşhiri para karşılığında yapmadığını görünce şaşırmadım değil.
Neyse efendim birkaç kare çekip geçtim bizimkilerin yanına.
Hırvatistan'ın %5 alkol oranıyla lezzetli birası
Karlovačko
Bir de baktım babam bira söylemiş. Sonradan araştırdığıma göre Hırvatistan'ın en meşhur iki birasından biriymiş Karlovačko. Gerçekten lezzeti çok güzeldi. Gidecek olanlara tavsiye edilir ;)
Uzatmayalım, Dubrovnik'ten bir şey almadan bu sefer farklı bir noktada bekleyen otobüsümüze atladığımız gibi yine düştük yollara.

Sağ tarafımıza denizi alarak yukarı çıkmaya başladık. Bu esnada Dubrovnik ve genel anlamda Hırvatistan hakkında bilgilendirdi rehberimiz Toprak Bey.
Bu bilgileri madde madde özet geçecek olursak şöyle bir tablo çıkıyor ortaya:

- Dubrovnik'te organik bile olsa gübre kullanılmıyor. Bu sebepten sebze-meyveler çok lezzetli.
- Hırvatlar dünyadaki en uzun boy ortalamasına sahip ademoğullarıymış.
- Adriyatik, dünyanın en temiz denizlerinden olmasına rağmen midyesinin meşhur olması da bir çelişki.
- Konavle çiftlik evine giderken solumuzdaki tepenin arkası Bosna Hersek.
- Bosna Hersek'le Hırvatistan arasında sürekli sınır giriş-çıkışını engellemek için Dalmaçya kıyılarındaki adalar üzerinden bir köprü yapımı çalışması var. Bittiğinde dünyanın en uzun köprüsü olacak deyüler.
- Yugoslavya'dan ilk ayrılan ülke Hırvatistan. 1991-1992 yıllarındaki savaşta Sırpların bombalı saldırıları sonucunda Srd (okunuşu: Sırc) tepesinde büyük kayıplar verilmiş. Söylenenlere göre Sırp askerler erkekleri kafasından, kadınları bacaklarından vurup ayrıca çok sayıda kadına tecavüz etmişler. Hatta birkaç sene evvel babalarının böyle bir rezalete iştigal ettiğini öğrenen çocuklara ve mağdur olanlarla çocuklarına da tüm dünyadan psikologlar seferber olmuş.

---

Konavle'deki 200 yılık taş ev
   Sonunda geldik Konavle'deki çiftlik evine!
200 yıldır bu çiftlik evine sahip olan aileye konuk oluyoruz. Çitlenbik ve manolya ağaçlarıyla karşılanıyoruz bir güzel... Dalından koparıp erik de yiyeceğiz daha bahçeden ama öncesinde evin gelin ve damadı yöresel kostümlerle karşılıyor bizi ellerinde meyve şaraplarıyla (ne güzel şaraptı o!). Hava çok sıcak olmasına rağmen içimi yaka yaka içtim vallahi :) Afiyet olsun!
Almak isterseniz yok ama. Satmıyorlar.

Lavanta ve muhtelif sebze meyvelerle çevrili bahçeyi gezdikten sonra taş evin içine davet ediliyoruz. Asıl eğlence buradaymış arkadaş!

Konavle'deki çiftlik evi
Ev yapımı et + peynir + zeytin
   Masalarımıza geçtikten sonra gaydasıyla mavi gözlü şirin amca dolaşmaya başlıyor aramızda. Bu arada soframızda bir şişe kırmızı, bir şişe beyaz şarap. Bir şişe de limonata. (Laf aramızda üçü de güzel değildi. Nerede o girişte içtiğimiz şarap, nerede bunlar! Peh.) Hemen ardından ev yapımı peynir ile İspanyolların Tapas benzeri füme et (sucuk ve pastırma formatında) ve zeytin tabağı geldi ortaya. Bunlar için kötü diyemeyeceğim ama sofrada turdan diğerleriyle dedikodularını da yapmadık değil hani. Yani bizim memlekette olsa donatırlar o sofrayı be! Nankörlük etmeyelim yine hadi...
Biz tıkınırken (!) bu sefer gelin ve damat yöresel dans şovlarını yapmaya başladılar.
Akordeon ve kemençe benzeri enstürmanla onlara eşlik eden amcalar ve tabii ki aile reisi minik dedemiz (sesi pek gürdü) şarkılarıyla kulaklarımızı bir güzel cilaladılar.
Burada da yiyip içip eğlendik ve geri dönüş yolu göründü yavaştan.
E haydi bize eyvallah :D
 
Dubrovnik









21 Haziran 2014 Cumartesi

Ege + Adriyatik Kruvaziyer Turu - MSC Preziosa (11.06.2014-18.06-2014)

MSC Preziosa   

 Geçen sene Ağustos ayında bizim çekirdek aile ve annemin kuzen ve arkadaş grubuyla çıktığımız Yunan Adaları kruvaziyer turunun (Louis Olympia) tadı damağımızda kalınca bu sefer erken rezervasyonla yine Antalya - SETUR'dan Hatice Eşim hanımın da tavsiyesi ve hatırlatmalarıyla kaydımızı yaptırdık Ocak ayından.

   Önceki sene gittiğimiz tur 3 gece 4 gün süren ve Patmos, Rodos, Girit, Atina, Santorini, Mikonos adalarını kapsıyordu. Kuşadası çıkışlı bu turun detaylarını bilahare yazacağım ama şimdi taze taze Ege ve Adriyatik gezimiz hakkında bir özet geçeyim...



   İki teyzem, kuzenim, anne ve babam olmak üzere altı kişi 11 Haziran 2014 sabahı Antalya'dan çıktık yola. Öncesinde ayarladığımız minibüs bizi İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan Karaköy'deki Salıpazarı limanına bıraktıktan sonra pasaport ve gümrük kontrolü ardından cümleten shuttle'ımıza binip gemimize yollandık. Bu esnada Murat Yılmaz ve Sinan Özen adlı rehberlerimizle de tanışma imkânı bulduk. Check-in işlemlerimizi hallettikten sonra gemi kartımızı teslim aldık resepsiyondan. Önceki seneki sistem burada da geçerli: Kredi kartınızın provizyonu alındıktan sonra size bir kart veriliyor ve bu kart artık geminin içindeki yegâne ayrılmaz parçanız hâline geliyor. Oda anahtarınız, pasaportunuz ve geminin içindeki bilimum mağaza, bar ve restoranlarda geçerli  ödeme kartınız budur.
   
   Bu arada ek bir bilgi vereyim: Geminin isim anası yine Sophia Loren. 2001'den bu yana süregelen MSC'nin bol renkli filosunun 13. ve sonuncusu Preziosa. 18 katlı, 4000 yolcu kapasiteli gemimizin ismiyle bağlantılı olarak her güverte adını bir başka değerli taştan (Acquamarina, Opale, Cristallo vs.) alıyor. 
Merdivenler Swarovski taşlarla döşeli.

   Biz de Agate, yani akik taşı adı verilen 9. güvertedeki 9244 no'lu odamıza yerleştikten sonra, gezi boyunca en uğrak noktamız olacak olan 14. kattaki açık büfe restorana çıktık ve karnımızı doyurduk. E acıkmıştık hâliyle 12:00'ye kadar İstanbul trafiğinde :) Öğlen 15:00 civarında turumuz boyunca bize eşlik edecek olan üç rehberimizle tanışmak ve tatbikat için 7. kattaki Safari Lounge'da toplandık.


540 no'lu masamızın daimi garsonu Sharon
Gerekli ön bilgileri alıp yarı tatbikatımızı da yaptıktan sonra ver elini gemi keşfi ve akabinde 18:30'daki ilk oturum akşam yemeğimiz... (Gemideki yemek ve diğer organizasyonları dengelemek için 18:30 ve 21:00 olmak üzere iki oturumda sunuluyor akşam yemeği. Biz ikinci oturuma geçmek istesek de iyi ki ilk oturumda kalmaya ikna olmuşuz).


Golden Lobster Restaurant
Akşam yemeğimizi gezi boyunca aynı masada (540 no'lu) ve aynı garsonun (Honduraslı sevimli hatun Sharon) hizmetinde, 5. kattaki Golden Lob Restaurant'ta yiyecektik.

   Ayrıca her gün bir önceki akşamdan odamıza Aybars beyin çevirisiyle "DAILY Program" adı altında bültenimiz geliyordu. Bu bültende ne mi var? Ne yok ki! Hava durumundan, ertesi günkü rota ve gideceğimiz mesafe bilgilerinden tutun o akşamki giysi temasına (gala, yarı resmî, beyaz, 60'lar-70'ler-80'ler, günlük vs.), akşamki animasyon gösterisi hakkında bilgiler, gemideki envai çeşit aktivitelerin yer ve saatleri, casino fırsatları ve dahi alışveriş salonundaki mağazalarda yapılan indirim/kampanyalara kadar aklınıza gelebilecek her türlü bilgiyi bu bültenlerde bulmak mümkün. 
Ve evet, ben de çöpçü ve nostaljik hibriti bir insan evladı olduğumdan bu bültenlerin hepsini toplayıp getirdim eve :)
14. Kat açık büfe (günün 20 saati açık) 

   Bu yazıyı sadece gemi tanıtımına ayırdığım için gezileri ayrı yazılar hâlinde kayda düşeceğim. 
O yüzden kaldığımız yerden devam edelim...

   Akşam yemeğimizi 20:00'e kadar tamamlayıp birbirinden eğlenceli aktivite ve gösterileri sıra sıra gezmek, yeri geldiğinde de oynamak en büyük zevkimiz oldu akşamları. 
   Her gece 21:30'da Platinum Salon'da gerçekleşen tiyatro, müzikal dans şovlarının hepsi birbirinden güzeldi. Hareketler yer yer birbirinin aynısı olsa da oldukça keyifliydi. Örneğin ilk akşam Pınar ablamla "Show Must Go On" isimli The Queen grubunun en bilindik şarkılarının derlendiği dans ve müzik şova gittik ve pek eğlendik. Akabinde ise 14. katta sezonun ilk yaz partisi olan "White Night", yani Beyaz Gece vardı. Bize denk gelmesi büyük şans. Günün teması beyaz olunca biz de dahil olmak üzere insan 
ların çoğu beyazlarını kuşanmış, beyaz bayrak ve dekorlarla kaplı Aqua Park alanını donatmışlardı. Benim tercihim Pina Colada ve Pınar ablamın tercihi Mojito (gecenin ileri saatlerinde ikisini karıştırmak suretiyle) kokteyllerimizle biz de dans pistinde yerimizi aldık. 

   Haziran'ın ortası olsa da geceleri epey serindi. E denizin ortasındayız, olacak o kadar :) 

Kaptanla tanışma gecesi, nam-ı diğer
Gala gecesinde şampanya ve
kokteyl servis ediliyor.
   Gemideki ikinci günümüzde Brezilya'nın ev sahipliği yaptığı 2014 dünya kupası maçları da başlayacaktı. Her gün maç saatleri de bültenimizde yerini aldı ve bilhassa 7. kattaki Sports + Bowling Diner salonunda olmak üzere geminin muhtelif yerlerinde ve odalarda maç yayını yapıldı. Buna denk gelmek de ayrı şanstı diyebilirim. Zira örneğin bir taraftan El Dorado'da "Hadi lili lili" şarkısını dinlerken diğer yandan salonun iki yanındaki koltuklara dizilmiş kalabalığın maç izlemesi (sırf dünya kupası için hazırlanmış kokteyller eşliğinde) ayrı keyifti. 

  
   Pınar ablamın sigara molaları sayesinde muhtelif güverteleri de gezmiş olduk. Yine 7. kattaki Green Sax salonundaki animatörlerin yolcuları ısrarla dansa kaldırıp bachata, tango vs gibi dans figürlerini göstermesi bende ufak çaplı bir gerginliğe yol açsa da keyifli miydi? Evet :) 

MSC Preziosa - 15. Kat
   Gemide havuza girmesek de (En az üç ayrı havuz ve çok sayıda jakuzisi olsa da 4000 yolcu kapasiteli bir gemide kendimi havuzda hayal edemedim nedense!) iki gün havuz başında güzelce güneşlendik Pınar ablamla. Oh sefamız olsun :) Kitap kurdu bir insan olarak uzun zamandır okumak istediğim "Araba Sevdası"nı bu geminin kütüphanesinden ödünç almak da varmış kaderde! Kitabımı son gün iade etmek üzere bitiremesem de bu şekilde havuz başında güzel vakit geçirmiş oldum diyebilirim. 

   Havuz da bu şekilde... Ve alışveriş. Evet. 
Gemide 6. ve 7. güvertelerde çeşitli mağazalar da bulunuyor. Saat + gözlük mağazası, çikolata-şeker mağazası, parfümeri, Lacoste, Furla, Dolce Gabbana vs. markaların da bulunduğu çanta ve giysi mağazası, Guess, Tekel mağazası bunlar arasında...
Özellikle parfümeride çok iyi kampanyalar vardı. Örneğin kuzenim Türkiye'den alacağı bir parfum yerine iki tane aldı aynı fiyata. Aynı şekilde alkol: Porto şarabı ve büyük Yeni Rakı toplamda 23 avroya denk geldi. Bir türlü vazgeçemediğim kokum Versace Red Jeans'i burada bulduğuma çok sevindim. Fiyatının 20 avro olmasına ayrıca sevindim tabii :D 
Gemiye binmeden evvel saat ve gözlüklerin fiyat karşılaştırmasını da yapmıştım. Aradığım gözlükleri bulamasam da baktığım tek saati burada bulmam büyük şans oldu. Söz konusu Lacoste saati Türkiye'dekinin yarı fiyatına bulmuş olmam ise paha biçilemez :P Ve tabiisi annemin sevgili çikulatları! Bilhassa Merci ve After Eight. Ekle sepete! 
Alışveriş faslı da bu şekilde...

   Amma detay verdim bea. MSC bu kadar reklamını yapmamıştır herhalde!
Gemi hakkında söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. 

   Bir sonraki yazıda Dubrovnik ve Konavle anılarımızı paylaşacağım...